Log in
Sefer Aşır Eraslan

Sefer Aşır Eraslan

Sefer Aşır Eraslan

Web site URL: http://www.gemlikgundemgazetesi.com/seferasireraslan

ALEVİ DEDELERİNE MAAŞ

  Hükümetin yeni hazırlamakta olduğu ileri sürülen bir proje ile “alevi dedelerine maaş bağlanacağı” iddia edilmektedir. Bunun hükümet açışından bir mahzuru olmadığı gibi “gönül alma işini becererek yeni oy pınarı,belki de esas hesap budur.Zaten aleviler oyvermeseler de diğerlerinden alınan oylar yeterlidir.Sadece alevilerden istenen sessiz ve sakin dursunlar,huzur ve sükunu bozmasınlar yeterlidir.Maksadın bu olacağını tahmin ediyorum.Zaten bütün alevilerin oylarının alınması da imkansızdır.Benim esas dikkat çekmek istediğim nokta başka.

“Mele” denilerek  sadece çeşitli  merkezlerde dini eğitim almış, diploması olmayan ancak halk tarafından sözlerine, söylediklerine itibar edilen”molla” da denilebilecek güneydoğu ve doğulu adamların maaşa bağlanması sırasında düşünülse daha iyi olmaz mıydı?Hem meleler hiç tereddütsüz bu maaşı kabul ederlerken acaba dedeler bunu kabul edecekler mi?Bundan kırk –elli yıl önce pek çok dini tahsil görmüş baba,oğlunun bir camide devlet tarafından görevlendirilmesine karşılık maaş bağlanmasınakarşıydılar.Yaşar Nuri hocanın babası da “devletten maaş alırsan bu eve sokma” demiş.Kendisinin anlattığına göre bu zamanda devletin maaşını kabul etmek istememişler.Peki alevi dedeleri bunu nasıl karşılar,kabul ederler mi?

Alevi  camiası gibi dedeler de pek çok farklı fraksiyonlara bölünmüş durumdadır.Ilımlısından,tavizsiz itikadi bağımlılığa,ateistinden,İran hesabına çalışanına,Suriye yanlısı aleviden, Ermeni dönmesi ama kamufle  olmakiçin alevi pozlarına girenlere kadar pek  çok fraksiyon…Bunlardan en önemlisi,en tutarlısı ve en temsil gücü fazla olanı elbette Hacıbektaş alevileri ve dedeleridir. İşte bu maaşı Hacıbektaş dedeleri kabul eder mi ? “diye düşünüyorum.Çünkü,Diyanet İşleri  eski başkanı Sayın Ali Bardakoğlu döneminde Hacıbektaş dedesini de diyanetin hesabından hacca götürmek istemişler.Alevilik konusunda araştırmaları,çalışmaları olan diyanet müfettişi Abdülkadir Sezgin hocaya görev vermiş.”Git görüş bakalım ikna edersen hacca götürelim” demişler.Abdülkadir Sezgin hoca  Hacıbektaş’a gelmiş dede ile görüşmüş.Dede itiraz etmiş.Çünkü masraflar diyanetin hacılardan kestiği fondan karşılanacakmış.”Beni hacca götüreceğinizden kesinti yapılan hacıların haberi var mı”.demişler.Elbette hayır.Dede şu ders mahiyetindeki sözü söylemiş. Biz çocuklarımıza “alınteriniz olmayan,elinizin teri sinmeyen hiçbir şeyi kabul etmeyiniz” deriz. Şimdi bu işte benim hakkım var mıdır?Verdiğim dersi kendim nasıl unuturum”demiş.”Ancak şu  şekilde davetinize icabet edebilirim. Hanımile konuşayım,maddi durumumuza da bakayım,size haber veririz” demiş.Yani kendi kesemizden olursa”evet” deriz demiş.Zaman geçmiş ama dönmemişler.Çünkü burslu öğrenci okutmaktaymışlar.Abdülkadir Sezgin hoca dönüşünde olayı olduğu gibi anlatmış. Sayın Bardakoğlu da”keşke bütün müftülerimiz de,din görevlilerimiz de bu kadar hassas,bu kadar hakşinas  olabilseler” demişler.Kendisi de” sadece müftüler değil bütün diyanet camiası bu dede kadar hassas olabilse, dürüst olabilse” diye cevap vermiş.Bunları bizzat hocadan işittim.Hal böyleyken alevilerin hürmet ettiği  bir dede böyle düşünürken başka dedeler ne düşünür, bunun bir kandırmaca olup-olmadığı konusunda hemfikir olabilirler mi bilemem.Şayet Hacıbektaş dedesine bağlılıkları varsa ,hepsi de meleye verilene karşılık sus payı olduğu konusunda konsensüs sağlayabilirlerse kabul görür mü?Benim kanaatim kabul görmeyeceği,molla veya meleler gibi en azından balıklama atlanmayacağı,peşinen kabul görmeyeceğini düşünmekteyim.Ayrıca işin bir başka yönü de,her isyan edene,her ayağa kalkana ulufe dağıtırcasına sus payı vermenin devlet olma vasfı ile pek bağdaşmayabileceğini düşünenlerdenim.Şayet adamın hakkıysa ayağa kalkmadan verilmelidir.Hakkı değilse de ayağa da kalksa karşılık bulmamalıdır.Osmanlıdaki isyanlara dönüşür iş korkarım.Hem İç Anadolu insanı isyan etmiyorsa,silaha sarılmıyorsa,devletine bağlı,milletine aşık bu insanların kurtuluşu Akif’in tabiriyle” mahşere mi kaldı bu biçarelerin felahı” acaba?

Son olaylarda İran parmağının olması, yedi yüz dedeyi Tahran’a götürüp beslemeleri en çarpıcı noktadır.2007 yılında İran üzerinden Azerbaycan’a gidecektim. Tebriz’e kadar bir taksi tuttum.O günlerde de yine İran’ın nükleer krizi vardı.ABD ve batıya karşı sadece Türkiye ve Brezilya İran’ı koruyordu,destekliyordu.Taksicinin yanındaki akademisyen adamın Halkın Mücahitlerinden” olduğunu “Ben Paris’te yaşamaktayım.Server Tanilli iyi dostum” sözünden anladım. “Türkiye ,İran’ın nükleer silah yapmasına karşı mı taraftar mı?”diye sordu.Benim cevabım “siz bu silahı Rusya’ya atmazsınız,ABD’ye atacak uzun menzilli füzeniz yok.Ancak ve ancak ya Türkiye’ye veya Pakistan’a veya Irak’a atabilirsiniz.(Pakistan ve Irak şii olduğu için oralara da atmazlar.Sadece Türkiye hedef ülke).Bize atmayacaksanız taraftarız,zaten bizden başka sizi destekleyen var mı?”demiştim.İşte atom bombasını kime atarmış İran gördük bu yedi yüz dedeyi Tahran’a götürüp eylemleri başlatmasıyla.Ayrıca  yeni yapılacak köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesine Türkiye’deki aleviler değil İran bağlantılı,İran destekli aleviler karşı  çıkmaktadırlar.Adeta Yavuz zamanındaki gibi, Şah İsmail düşüncesindeki adamların anlayışı gibi bir durum. Zaten 1979 yılında devrimin ilk yıllarında, ilk yabancı misafir olarak Erbakan  Hoca’nın gönderdiği Avrupa Milli Görüş Teşkilatı başkanının Humeyni’ye “artık şia-sünni farklılıklarının kalkması mümkün olacak mı”?sorusuna,”İlkokul öğrencisi ne zaman üniversiteye hoca olur, o zaman kalkar farklılıklar” cevabı gibi net bir tavır alış.

 

MİT, NE ARAR?

                  Bir zamanlar,bizim öğrencilik yıllarımızda,
istihbaratçıların, vuruşturmak, kırdırmak için çabaladığı yıllarda bir
tabir vardı."MİT'in it aradağı gibi" denilirdi. Her şeyi bildiğini,
kimin kimden olduğunu belirtmek için söylenirdi. Biraz da çok
bilmişlik havası kokan bu tavırlar şimdilerde var mı bilinmez. Yani
MİT, hala memleket için itlik düşünen, zarar vermeyi düşünen, hainlik
düşüneneleri eski usulleriyle yani "it arama" prensibiyle hala
aramakta mıdır? Şayet aramaktaysa şu son zamanda olanlar da neyin
nesi? Şayet memleket aleyhine çevrilen itlikleri arayan Mit olsaydı
bunca büyük patlayıcı nasıl sokulurdu yurda? Bunca it, bunca itlik,
nasıl sınırlarımızın kevgire döndüğü şu günlerde içeri girebilir veya
içeriden planlar hazırlayarak uygulamaya geçirilebilir? Devlet olmanın
birinci şartı sınır güvenliği  ve hakimiyeti, milletine dil uztanların
dilini koparma veya söylediğini yutturma gücü gelir. Sınırlar böyle
perişan bir haldeyken nasıl büyük devlet "olmaktan bahsedeceksiniz?
Suriye hükümetindeki bir çerkez bakan Türk heyetinden birisine, daha
olaylar başlamadan önce, o muhabbetin hakim olduğu günlerde şöyle
demiş. "Bunlara yani Suriye'ye devlet demek yanlıştır. Burası bir
aşiret yönetimidir. Fazla dikkate almayınız"siz, lakin hesaplar
başkacadır da ondan.Zaten bu gün de dikkate almıyoruz. Olayları kısa
sürede halledecek güce de sahibiz. Belçika'daki bir yarışmada"dünyanın
en kötü milleti hangisidir ? sorusuna verilen seçeneklerden birisi
de"Türkler" seçeneğini onların meclis başkanı sırıtarak seçmiştir.Yani
bu söz Türkleri ilgilendiriyor, bizim kabileyi ilgilendirmiyor mu?"
denilmektedir de sessiz kalınmaktadır. Böyle büyük devlet değil,
devlet dahi olunamaz.Belçika gibi ucube bir devlet,içindeki
huzursuzluğu bölünmeyi dahi beceremeyen bir devletin temsilcisi o
tercihi yaparken endişe eder olmalıydı. Bundan sonraki,ikinci aşamada
daha galiz küfürler, hatta varlığına kastetmek gelir biline.
                      Bir  sohbette dost sohbetinde arkadaşlardan
birisi, "Artık MİT it arama işini ve itlik arama işini bırakmış sadece
terörist başıyla halvatte imiş gibi gelmektedir" demişti. Memlekette
bunca itlik hüküm sürerken, bunca itliğin artık pervasızca planlama
aşamasından uygulama aşamasına geçtiği bir zamanda elbette Mit'in ne
aradığını, ne yaptığını sormak gerekir. Başbakan, "emniyet istihbarat
ile MİT arasında bir kopukluğun olabileceğinini" açıklamıştır. Bu,"
kopukluk dün memleketin hayrına olmuştur en azından bazı darbe
teşebbüsleri akim kalmıştır" diyenlerin bu gün ülke güvenliğinin akim
kaldığını göstermektedir kanaati hakimdir. Mit, bela arayanların
belasını, itlik arayanların it gibi bir sona razı oluşunu
göstermelidir. Buna şu velvele dolu günlerde milletin ihtiyacı, moral
motivasyonu için gereksinimi vardır.
                   Memleketimizde olanları, basit bir hamleyle, hemen
başı derde girmiş olan, kendi başının derdine düşmüş olan, can
havliyle, bırakınız başka ülkeye saldırmayı, içindeki muhaliflerine
dahi saldırırken aciz kalan bir Esat yönetimine suçu havale etmek
kolaycılık olacaktır. "Köşeye sıkışan kedi tırmalar" mantığı kedinin
tırnaklarının durumunu ve o tırnaklamayı yapacak gücünün varlığını da
sorgulamayı peşinden getirir. Muhalif kılığında binlerce Esat
taraftarı içimizde cirit atmaktadır. Bunların ne yaptıklarını takip
etmek gerekir. Bunların izinsiz olarak bulundukları çadır kentten
dışarıya dahi çıkmamaları gerekirken ülkenin her tarafında fink
atmaktadırlar. Bölgeye bu olaylar başladıktan sonra birkaç defa gitmiş
birisi olarak söylemeliyim ki göçmen hareketlerinden kimsenin haberi
de yoktur, tanzimi de söz konusu değildir. Halk da göçmenin
kalabalığından kargosuna, kılığından tavrına bakarak" bunlar şuradan
ve şöyle" diyebilmektedir. Bunların ne kadarının ajan, ne kadarının
ABD, ne kadarı Esat yönetimi, kaçı İngiliz, Rus, Alman ajanıdır.
Bunların hesabına çalışanların varlığı, faaliyet yerleri içeriden
destek verenler takip edilseydi Reyhanlı, güzel Türkmen kenti kana
bulanmazdı.
                Mit'in vazifesi "it aramak,itlikleri aramak ve önüne
geçilmesi için bilgi toplamaktır" diyerek başladığımız yazımıza
yeniden hatırlatarak son verelim ki"MİT it arasın, itlerin arasında
kaybolmasın, memleket huzursuz olmasın" istiyoruz. Terörist başı gibi
nice itler var aramızda, itlik çeviren. İtlik yapmayana ,itlik peşinde
koşmayana elbette ne MİT'in ne de başkalarının müdahalesi ve sıkıntısı
olamaz. MİT'in vazifesini tam yapmasından ancak itler ve itlik peşinde
olanlar endişe ederler. O günleri de inşallah görürüz. Hadi MİT, ne
aradığını göster! Bu son olayda MİT'in vazifesini yaptığı iki gün
önceden haber verdiği, ancak ilgililerin umursamadığı veya
vazifelerini yapmadığı iddia edilmekteyken dün işittiğimize göre
emniyet müdürü de görevden alınmıştır. Yani ihbarı dikkate almayan"
adam olarak emniyet müdürü seçilmiştir. Sadece müdür mü yoksa başka
sorumluların da olması gerekmez miydi? Daha doğuda olanları kamufle
etmek, dikkatleri başka yöne çevirerek gözlerden uzaklarda istediğini
yapma arzusunda olan bölücü örgüt mensupları da yapmış olabilir mi?

GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ, BENDEKİ BU AŞK OLMASA!

 GÜZELLİĞİN ON PARA ETMEZ, BENDEKİ BU AŞK  OLMASA!
                                                Aşık Veysel
                      Altının değerini ancak altından anlayan, gerçek
sarraf bilir. Altın bu tür sanat erbabının elinde değer kazanır. Yine
o işin erbabı, ustası olmayanların elinde ise basit bit metal
hükmündedir. Altının değerli oluşunu en güzel anlayan yine sarraftır.
Öyleyse bazı şeyler erbabının, uzmanının elinde değerli, onun
nazarında sevgilidir. Bir şeyin talibi çoksa değeri de o nispette
çoktur,çok sevilir.
                           Sevmek değer vermektir. Değerli buluğumuzu
severiz. Sevmeye değer bulmadıklarımıza her iki kıymeti hasretmeyiz.
Ne kadar güzel olursan ol, sen bendeki sevmeye, aşka nail olamamışsan
ne güzelsin, ne de değerlisin. Sendeki farklılığı, güzelliği ilk önce
ben fark ettim. Öyleyse benim için hem değerlisin hem de sevgilisin.
Ancak sana değer verişimden sakın benim sana sonsuz bir aşk ile
bağlandığımı da zannetme. Çünkü Karacoğlan "Ben güzele güzel demem,
güzel benim olmayınca"  diyor. Yani başkasının güzelinden bana ne.
Bana ne başaksının değer verdiğinden. O eskilerin söylediği gibi
"komşunun tavuğu komşuya kaz görünmez bana. Çünkü onun olan her neyse
ona ait olup benimkisi özelliği her ne olursa olsun bana ait oluşu ile
en değerli, en güzel olanıdır. Birisinin lebiderya yalısından bana ne,
benim mütevazi bahçeli evim en güzel, en değerli yalıdan da
değerlidir. Senin en lüks arabandan bana ne, bana içine sığışmakta
zorluk çektiğimiz o küçücük yerli araç seninkinden de değerli, sevimli
ve güzeldir. Sebep bana ait oluşudur. Öyleyse başkasının şahsına ait
olan herkesin değer verdiği şeyler benim için değersiz ve güzellikle
alakası olmayan bir varlıktır.
                Güzellik izafidir. Moda tabiri ile görecelidir. Yani
herkese göre değişiklikler arz ederek,farklı kıymet  ölçülerine
haizdir. Bu kişiden kişiye değişen, farklılıklar arz eden sevme, güzel
görme, beğenme arzuları güzelliğin şahsi olduğunu, sevmenin değer
vermenin de kişisel olacağını ifade eder.Kuzguna yavrusunun anka
görülmesi de bundandır.
                       Sevdiklerimizi ya bir  çıkar için veya
gelecekteki bir beklenti için veyahut da hiç bir beklentimiz olmadan
sadece güzel olduğu için severiz, değer veririz. Mesela, uçsuz
-bucaksız engin yeşiliyle ormanı sevmek.. O masmavi dünya olan denizin
sonsuzluğu...Hele şelalenin kendi başına hiç usanmadan ve ritmini hiç
bozmadan yıllarca aynı şekilde çağlayıp akması ve ses
çıkarması...Üzerine karların yağdığı çam ağaçlarının yeşil-beyaz
görüntüsü...Karşılıksız sevdiklerimizden en önemlisi de bunca güzeli
Yaratan'ın güzelliği...Kim görmek istemez, kim o güzelliğin nuruyla
nurlanmak istemez ki...Çünkü Yüce Yaratan her yarattığı mahlukatı
özenerek ve en güzel şekliyle yaratmıştır. Bunu yaratırken önünde bir
emsal, bir örnek, bir hedef yoktu. Güzellik salonuna gidenler,
"kaşlarım filanınkisi gibi olsun, dudaklarım şununki gibi olsun,
burnum da bununkisine benzesin" diye bir özenilen ve karşıda duran
hedef güzel ve güzellik vardır. Bu hedefe ulaşınca iş biter, mükemmele
ulaşıldığı zannedilerek mücadele bırakılır.Yüz metrede yarışıp da ipi
birinci göğüsleyen sporcuya" hadi devam et "derseniz olmaz. Çünkü
hedefe varılmış, arzular hakikat olmuş, her şey tamam olmuştur.
Milleti "çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak" için çabalarsanız o
hedefe varınca yarış biter. Lakin hedefi çağdaş seviyenin de üzeri
olarak tespit ederseniz çalışmak, gayret etmek, yarışmak hiç
bitmeyecektir.Yani gülü, sümbülü, laleyi, leylakları...velhasıl bütün
çiçekleri yaratırken en güzel halde yaratmıştır. Bu, "şunun gibi
olsaydı, şurası böyle olsaydı" denilebilecek bir eksik tarafı kalmadan
yaratıldığı için onlara Yaratan'ın güzelliği aksetmiştir.Çünkü "Allah
güzeldir, güzeli sever."Yer yüzünde keşfedilmeyi bekleyen daha nice
güzellikler vardır hayran olacağımız, seveceğimiz, değerli
bulacağımız. Aklı ile o müthiş teleskopları, uzay araçlarını bularak
uzayın sonsuzluğunda yolculuğa çıkanların hayretler içerisinde
kalışlarıyla da  bizler donup kalıyoruz anlatılanlar karşısında.
Dünyamızdaki en küçük zerrecikler olan mikropları mikroskop denilen
bir aletle incelediğimiz zaman, karşımıza çıkan durumun taaccübü ile
neler diyeceğimizi şaşırıyoruz. Bunca güzelliğe rağmen daha nice
güzellik ve değerli şey keşfetmemizi beklemektedir. Öyleyse sonsuz
güzelliğe sahip olan Yaratan, eşi benzeri olmayan güzellikler yaratmış
ve insana verdiği akılla "düşün ve idrak et" diyerek kendi varlığından
habersiz nasipsizleri ikaz etmiştir. Bu ikaz elbette düşünen, idrak
edecek muhakeme edecek donanıma sahip olanlar için şart koşulmuştur.
Mecnunlar, aklını kaçıran, divaneler, hayvanlar ve cansızlar bu
sorumluluktan vareste tutulmuşladır.
                         Yüce Yaratan'ın yarattığı güzellikler yek
pare ve bir armoni içerisindedirler. Güzelliğin bazı unsurları bir
varlıkta, diğer başka unsurları öbür varlıkta değildir. Her mahluk en
güzel bir şekilde yaratılırken, insan oğlu ise "ahseni tagvim"(en
güzel bir yaratılış) üzere yaratılmış güzeller güzelidir. Bütün
bunları yaratırken "Cemil, Cemal, Latif, Kerim...sıfatları gereği gibi
yaratmıştır. "Mukadder" sıfatı gereği üzere ,"ol" dediği zaman,
olmuştur her şey heman. Hem de en güzel vasıfta...
                    Değersiz bulduklarımız sevmeyiz. Niçin sevelim ki
onca değerli ve güzel varken bu olumsuzu. Severek değer verdiklerimiz
en üst rütbeye "gönül köşkümüzün baş köşesine" yerleştirerek "bak sana
ne kadar da değer veriyorum Çünkü sen güzelsin, benim olan güzelsin.
Bu benim olmak demek mutlak mülkiyet sahibi olmak değildir. Manevi
bağlarla bağlanmış bir gönüldaşlık vardır arada.
                          Yakup peygamber Yusuf' çok severdi. Ona
değer verirdi. Çünkü O rüyasında gördüğü ile Yaratan tarafından da
seviliyor, değerli bulunuyordu. Bunu bilen Yakup, diğer evlatlarının
aksine O'na pek çok değer verirdi. Çocukları da bu sevgiyi, değerli
bulmayı kıskanır. Bu durumu yok etmek veya en alt seviyeye indirmek
için plan üstüne plan kurdular. Önce kaybolduğunu" söyleyip değerlinin
kayboluşu ile babalarının sevgisinin kendilerine döneceğini
zannettiler. Ancak Yakup "Yusuf'um,yavrum!"diye ağlarken, gözyaşı
dökerken sevgisi daha da artıyordu.Yusuf'u kuyuya atarak onun bir
çukurda yok olup gideceğine inanarak, "yok hükmünde değersiz bir
varlık" haline geldiğine inandılar. Hele Yusuf'un köle olarak
satılması en değersizleştirme operasyonuydu. Daha dün babaları
nezdinde en değerli olan insan şimdi köle durumundaydı. Satılıyordu
köle pazarında. Ama buna da sabrederek "her şey Allah'tan" deyip boyun
eğdi. Saraya satılması, ayrı bir değersizleştirme işi. Hizmetkar
yapılması en düşük seviye olarak düşünülürken O, bir süre sonra
sarayın sahibi, hakimi ve meliki oldu. Züleyha'nın tasallutuna karşı
nefsini koruyarak, nefsin arzularına sabrederek büyük bir imtihan
verdi. Zindana atılmasına da sabretti. Bu değersizleştirme,
itibarsızlaştırma da onun sabrı, tahammülü ve katlanması neticesinde
memleketine melik olarak dönüp değerlerin en büyüğüne, makamların en
müthişine, sevgilerin en güzeline nail oldu. Baba Yakup'un nazarında
onun değeri düşmedi hiçbir zaman. Sevgisi azalmadı asla. Bilakis
artarak zirve yaptı. Kardeşleri de bu değersizleştirme operasyonundan
kendileri hüsrana uğrayarak çıktılar. Güzelde kusur arayanlar da onun
kusurlu oluşundan değil, kendisine yüz vermemesindendir. İlgi
gösterseydi onun nazarında da "en güzel, put gibi güzel,but-i rana.."
olma makamına ulaşacaktı.
                  Sevgisi azalanlar,  değersizleşenler,  kıymet-i
harbiyesi kalmayanlar, sevmediklerimiz veya sevgimizi karşılığını
alamadıklarımızdır. Değer verme ile sevme her ikisi de birbirine
paralel olarak artar veya eksilir. Çok sevip de değersiz bulmak
eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Sevgi ve değer verme karşılıklı
olara birbirini mıknatıs misali çekerler. İki yarım, bir bütün
olabilmek, birbirini değerli kılmak için yani tam olmak için harekete
geçerler. Güzellikte tam, değerli olmakta tam, her şeyde yekpare.
                      Severken yazılı olmayan, gönülden bakış ve
tavırlarla eda ile karşılıklı bir mutabakata varılır. Ben seni, senin
tavırlarını, cilvelerini, edanı velhasıl bir bütün olarak sevdim,
değerli buldum, senin de beni aynı seviyeye ulaştırdığına inanarak
sana bağlandım."İşte güzel ile güzel bir sözleşme metni...Şayet sevemez
isek, karşımızdakinin bizi sevdiğinden emin olamaz
isek,sevip/sevmediğimizden emin değil isek o zaman ya "elektrik
alamadım, aramızda karşılıklı bir sinerji oluşmadı.." gibi bahanelerle
bu  sevgisizliği açığa vururuz. Karşılıklı güvensizlik bu halin
oluşmasının tek sebebidir. Oysa güzel ve değerli olduğuna inanarak
yola çıkıp da yarı yolda bırakmak elbette duyguları dumura uğramamış
insanları akıl dışıdır.
                 Toprak suya hasret olup, ona muhtaç olup, ona aşk
derecesinde bağlanıp da gök yüzünde durması mümkün olabilir mi? Büyük
bir aşkla kucak açtığı yağmur damlaları, su zerrecikleri artık asumana
tonlarca yük gibi ağır ve taşınamaz olur. O da  koşarcasına sevdiği
ile kucaklaştırarak didara erer.Toprak suyu, su toprağı değerli
bulmasaydı hangi kuvvet onları bir araya getirerek rızıkların
yeşermesine sebep olabilirdi ki? Bulutların hasreti de böyledir.
Günlerce ayrı kalan bulutlar, onca hasretliğin neticesinde öylesine
bir aşkla, sıcaklıkla kucaklaşırlar ki bu kavuşmadan çıkan ateş
yıldırım olur, şimşek olur, saikalar olup yere düşer. Bu kucaklaşmanın
kıvılcımları yerde isabet ettiği talihsizleri yakar.Ya bu kucaklaşma
esnasında oluşan sese  ne demeli. Kulakları sağır edercesine çıkan
ses, bize bir şeylerin müjdecisi olur, habercisi olur. Bulutlar
birbirini değerli bulmasalardı onları hangi kuvvet kucaklaştırırdı ki?
                  Bir zamanlar Yeşilçam flimlerinde en çok işlenen
konu, fakir kız/zengin erkek, zengin kız/fakir erkek gibi iki zıddı
bira araya getirerek fayda sağlama işi yapılırdı. Biraz da istismar
kokan bir tavırla yaparlardı. Kız zengin ailenin değerli bulduğu ,
sevdiği, makam sahibi, derece sahibi bir varlık. Lakin erkek hem
değersiz, hem de güzellikten nasipsiz. Çünkü aile ona değer
vermediğini dış kapıda bekleterek gösteriyor. Kız oğlanı severek
değerli bularak, gönül köşküne yerleştirerek ona bir maka, bir derece,
bir rütbe kazandırma gayretlerini gösteriyor. Sonunda aile istemese
de, sevmese de, değersiz ve güzel bulmasa da katlanıyor, sabrediyor ve
bekliyor. Ta ki onu yeniden değersizleştirene kadar. Zaten yeniden
değersizleşirse ayrılık  da kapıda hazır beklemektedir. Nasıl ki
güller içerisinde, gül'den güzeli gül'den değerlisi yoksa o değerli ve
güzeli yaratan Allah kim bilir ne kadar da güzeldir. Unutmayalım ki
"Allah güzeldir.güzeli sever". Güzel işler yapalım,güzel işlerle
meşgul olalım.

MÜZİKTE ŞİDDET VE EDEPSİZLİK UNSURLARI

                     Müzik parçaları,daha çok insana hitap edebilmek,daha çok kazanmak ve daha fazla taraftar toplayabilmek amacıyla,o farklı kesimlerin hoşuna gidecek, onları harekete geçirebilecek unsurları da katarak cazip hale getirilmeye çalışılmaktadır.Bu da” müziğin ruhu dinlendirdiği”,dinleyenleri teskin ettiği,huzura kavuşturduğu,dertlerini unutturduğu”(!)fikrine ters düşmektedir.Arabesk müziğin,rock müziğin,hip hop müziğin acılarla dolu sözlerinden çok, ritmini işitir işitmez cezbeye tutulmuş gibi tir tir titreyen,ter ter tepinen insanlara rastlıyoruz.Hatta müziğin sözleri başka dillerden de olsa bu fark etmiyor.Masumane bir işin nasıl zalimane bir hal aldığını apaçık görmek mümkündür.

                   Şiddet, insanların topluca veya ferden başkalarını etkileri emirleri altına alarak,onları zapt-u rapt eyleyerek kendisine ram etmek veya etkisi altına almak demek olan şiddet,müzik gibi toplumsal hareketlenmeyi kolayca temin edecek olan bir argümanla yapılırsa daha etkileyici olacağı da kesindir. Bu memlekette ihtilal olmadan, ihtilal zamanlarında tarafsızlık numaraları çekmek için çalınan o davudi sesli adamın söylediği türküleri işitir işitmez, korkudan benzi sararan  insanlar da işte o müziğin tesiriyle toplu bir korku hali yaşaya bilmektedirler.Gerçi bu memlekette ihtilalin ayak seslerini işitince kabine üyelerinin nasıl koruncaklarını karşılıklı olarak ”üç kulhü ile bir Elham oku yat bir şey olmaz” deyip korkudan uyku tutmayanların şimdi ne büyük demokrasi kahramanı, ihtilal savuşturcu olduklarını ibretle okuyoruz.

               Milli marşlar, kahramanlık türküleri,mehter marşları da şiddet için değil bir ulvi maksat için toplu bir heyecan uyandırarak ortak harekete geçmeyi temin maksadıyla yazılmışlar,bestelenmişlerdir.Bizim İstiklal marşımız gibi,tarhi bir dönüm noktasını acı gerçeklerinin ortaya çıkardığı bir kahramanlık hikayesi olmayanları da vardır.Bir Azeri dost bizim marşımızın”güftesi abide lakin bestesi zayıf” demesi, her halde kendi marşlarını bestekarı Üzeyir Hacıbeyli çapında bir bestekarımızın olmadığını bilmediğindir.Özbekistan milli marşında(milli methiye derler)”altın vadilerden, verimli topraklardan, mihnetkeş insanlardan” bahseder. Bunu da Özbek dostlar, biz sizin gibi istiklali kan dökerek,can vererek değil lotoryadan çıkarak kazandık. Ancak bu kadar olur” diyerek ifade etmişlerdi.Abdullah Aripov,bestede, müzikalitede belki zirveyi yakalamış, Üzeyir Hacıbeyli gibi. Ancak güftenin “zayıflığını söyleyen “ kendi insanları azımsanmayacak kadar çoktur.”Allah bu millete yeni bir İstiklal Marşı yazdırtmak mecburiyetinde bırakmasın” dedirtecek kadar mükemmel olan bu şiiri sırf milli devletin simgesidir diye aşağılayan, bu yaratıklara ancak acınır.Gerçi şimdilerde dün Diyarbakır’da olduğu gibi İstiklal Marşımız çalınırken gerekli hassasiyeti göstermeyen sözde Müslüman tipleri de gördük.Bu gençlerin elinde malum cemaat gazetesi ile Taraf gazetesi bulunuyordu. Devlet düşmanlığı dışında ortak noktaları varsa da ben bilmiyorum. Hani Necip Fazıl” ötelerden habersiz nizama lanet olsun” diyordu ya işte bu zihniyete de “lanet olsun” diyebilmekten başka şansımız da yoktur.İşte eğitimin milli olması bu ve bunun benzeri olayları yaşamamak için lazımdır, gereklidir.

                       İki müzik öğretmeni, Burcu Taşal ile Yard.doç.Feyzan Güher Vural ismindeki  iki müziğe gönül vermiş eğitimci bir araştırma yapıyorlar.Aksaray  ilköğretim ikinci kademe yani ikinci dört öğrencileriyle yapılıyor bu çalışma.Çocukların gelişiminde müzikle gelen şiddetin etkilerini ölçecekler.Müziğin birleştirici tarafının yanında, şiddeti körükleyen taraflarının da neler olduğunu tespit edecekler.İki batılı bilim adamı, Anderson ve Camagey 162 öğrenci üzerine yaptıkları araştırmada, şiddet içeren müzik dinleyenlerin, bu tür müziği dinlemeyenlere oranla şiddete daha yatkın olduklarını” tespit etmişlerdir.Akademisyen Feyzan Güher Hanımefendi bir başka araştırmasında “müziğin yabancı dil öğretiminde,İngilizce kelimeleri öğrenmedeki etkisini” araştırmış. “Kolay ezberlendiği, ritmin de katkısıyla hafızada kolay yer edindiği ve kolayca silinmediği” sonucuna varmıştır.İşte şiddet küfür ve hakaret içeren müziklerin ritm tarafı onun etkileyiciliğine katkıda bulunmakta ve kalıcı olmaktadır.Yüz binlerce insan, farklı milletten ve farklı inançtan ,farklı kılıktaki insanın meydanlara doluşup aynı tepkiyi vererek sallanmaları da her halde müziğin bu tarafı ile alakalıdır.

                  Aksaray ilindeki bu araştırma 1000 öğrenci üzerinde yapılmıştır. Öğrencilerin %41.6’sı Rap-Hip Hop, %39’u pop, %8.4’ü arabesk, %4.2’si Türkü, %2.1’i Türk Sanat Müziği, dinlediğini belirtmiştir. Öğrencilerden en büyük yüzdelik grup “şarkıların sözlerini anlamlı buldukları için” dinlediklerin belirtmişlerdir.Oysa bu şarkıların sözleri çoğunlukla küfür,hakaret argo,utanılacak derecede bayağılık, şiddet ve cinsellik içermektedir.Bu şarkıların sözlerini” anlamlı bulduklarını” söylemişler.TRT-6’da ilk açıldığı sıralarda Türk milletine karşı şiddet içeren müzikler çalındığı söylemişti bazı gazetelerde. Şakilik özentisi sözler içeren şarkılar çalındığı dilden dile dolaşmıştı. Burada bir hatıramı anlatmak isterim.1997yılında Özbekistan’da derslerine girdiğim, ailece yakından tanıdığım, bu sebeple de samimiyetimizin daha fazla olduğu,senli- benli konuşabildiğim bir Firuze kız vardı.Her zaman, ders içinde veya dışında, soru sormak için bir bahane bulur,konuşmak için yarışırdı. Bunu hem merak, hem de diğer arkadaşlarına “bir Türk öğretmenle samimi olma başarısını kıskandırarak izhar etmek için yapardı. Çünkü bazen alakasız sorular sorardı. Firuze, bir gün heyecanla geldi.Yeşil gözlü,sarışın kız yine mahcup bir eda ile, yere bakarak, Tarkan’ın yeni çıkan kasetini dinlemiş onu duyuracak.”Damla !”kız bunların hepsi senin mi degen nime degen?”(yani hocam kız bunları hepsi seni mi demek ne demek? Anlatır mısın” demek istiyor) Ben de “kızım ben Tarkan’ı sevmem, şarkılarını da dinlemem,bu güne kadar da kasetini almadım, ancak sana o kaseti kim getirdiyse ona sor” dedim.Kaseti cemaat okulunda görevli bir öğretmen getirmiş.Komşuları olan o adamın hanımından almış bu kaseti Firuze. Soruyu da ona sormuş, cevabını  da almış. Bir hafta kaçtı.Her gördüğünde başını yere eğip yüzü kızararak kaçtı.Derslerde dahi arkadaşının arkasına saklanarak söz almadı.Babası davet etti, evlerine gittim.Aile doktor, karı-koca ve oğuldan ibaret. Evlerinde sadece bir “hoş geldiniz” dedikten sonra yine kaçtı Firuze.Her zamankinden farklı oluşu baba da fark etmiş. Lakin olayı ancak annesine anlatmış kızcağız.”Hocamdan utanıyorum böyle bir soru sorduğum için” demiş. Annesi de” kızım dikkatli ol hocan o sorunun cevabını biliyordu ancak seni mahcup etmemek için başkasından sor”  demiş diye de tembihlemiş. İşte bir Özbek kızını utandıran sözler.Özür diledi ,utandı bir daha eski seviyede bir öğrenci olamadı.Hep o sorunun etkisinde kaldı Firuze.Hep” beni Türkiye’ye götür” diyen Firuze en son ayrılışımızda dahi yere bakarak el salladı.O utandıran sözleri sorduğu için.

                      Bu araştırmanın tavsiyeler bölümünde ise,”müzik derslerinde,medya okur-yazarlığı dersinde çocuklara müzik dinleme ,beğenme ve müzik seçme zevki aşılanmalıdır.Hangi tür müziklerin zararlı,gürültü ve bayağı olduğunu seçmelerinde yardımcı olacak kıstaslar anlatılmalıdır” denilmektedir.

                   Bu günlerde çok bilmiş romancımız da TV de ”cinsellik içeren şarkılara engel olunmalıdır.Çünkü bunlar kadına tacizi  teşvik ediyor.Dam üstünde un eler tombul tombul… böyle bir şarkı gençleri tacize teşvik eder”.demektedir. İsminin başına “Ankaralı” kelimesini takarak güya fidayda veya misket türkülerinin müziğini taklit ederek söyledikleri buraya yazmaya dahi tiksindiğim,iğrendiğim sözler içeren argo ve belden aşağı ifadelerle dolu olan müziklerin yayınına engel olunmalıdır.Çünkü bayağılığı teşvik etmektedir.Bu tür  müziğin hastası olan baba neyin bayağı , neyin kaliteli olduğunu nasıl anlatabilir ki?

                  Dünün asker türküleri bir asaleti temsil ederdi. Askerdeki sevdiğine, eşine hiçbir kız veya gelin ”O şimdi asker, canı neler ister, uykuda mevlam beni ona göster”bayağılığını söylememiştir.Asker de duygularını;

                        Sana sevgiler Döndü’m

                        Aşkından yanıp söndüm

                        Göz yaşım damladı kağıda

                      Yeni eğitimden döndüm

                  Bu gibi güzel ifadelerle anlatır. Yazdığı mektubun, ana-baba tarafından okunacağı,komutanlar tarafından da kontrol edileceği için duygularını ancak mektup kağıdının bir ucunu yakarak belirtirdi.Bu “ben zorluklar içindeyim ve senin aşkınla yanıyorum” anlamlarına gelirdi.”Yine yakmış yar mektubun ucunu,askerlikte sevda çekmek zor diyor” diye de ifade edilirdi.

                    Gençlerimize kendi öz müziğimizi sevdirmeliyiz. Bu hususta birinci görev ana-babaya,sonra devlete düşmektedir.Okullarda ne işe yaradığını hala kimsenin çözemediği bir mandolin öğretme işinden vaz geçilerek , hem öz müzik enstrümanlarımızın çalınması öğretilmeli, hem de bir seçme zevki aşılanmalıdır.Bu görevde ana-babadan daha tesirli olacağına inandığım öğretmenlere daha  çok iş düşmektedir.Galatasaray lisesi müzik öğretmeni olan Candan Erçetin’in öğrettikleri ile, mandolinden başka müzik aleti bilmeyen adamın öğrettikleri bir olabilir mi? Yahya Kemal’in edebiyat öğretmenliği ile hayatın bir şiir, bir hikaye yazmayı bırakınız okumamış, düz cümlenin yüklemini başta arayan edebiyat öğretmenin öğrenciye verecekleri, ölçü ve endazeye sığar mı? Önce öğretmenler, müzik öğretmenleri, şartlanmış belli  bir müzik türünü siyasi tercihi ile özdeşleştirerek, bağnazlaşmış olmamalıdırlar.

               Şarkıların sözlerini, iyi telaffuz edemeyen,itici olan,zevksizlik aşılayan şarkıcılar da var elbette.Türk Saat Müziği parçalarının rağbet görmesini paraya tebdil  etmek için bu işe soyunan şarkıcılar( ki bunlar gerçek anlamda da soyunarak bu işi icra ederler),yanlış telaffuz ederek bu müziğe karşı bir iticilik rolünü de üstlenmektedirler.

                        Söyleyemem derdimi kimseye,

                        Derman olmasın diye.

                        Şu inleyen kalbimin sesini,

                        Ağyar duymasın diye.

                   Bu şarkıdaki ”ağyar” kelimesini dansözlükten gelme bir şarkıcı “o yar” diye okumaktadır.O yar duymasa aşkın ne önemi olabilir.O yardan başkası yani”ağyar” duymayacak.Derdine O yardan başkası derman olamaz, olmasın istemektedir.Çünkü aşıkın ilacı maşuktadır.Bir başka hafif müzikten gelen bir kadın şarkıcını kızı da ”ayar” diye okuyarak bu işin tadını kaçırmaktadır.Sadece Müzeyyen Senar,Zeki Müren ve Bülent Ersoy  doğru vurgu ve telaffuzla okumaktadırlar.Bu ve benzeri durumlar o tür müziğin tercihinde elbette etkili olacaktır.Kötü okuyanlar itici,hoş terennümlü ve telaffuzlu olanlar imrendirici özendirici olacaktır.Hani Neşet Ertaş’ın ifadesiyle”kalpten kalbe gider,gönülden gönüle, yol gizli gizli” der ya işte gizli yol,sevgililerden başkasının bilemediği yoldur.

                    Türk Halk Müziğimizin derleme olanları ne kadar asil duyguların tercümanı ise, beste olanlar da bestekarının anlayışına uygun olarak o kadar bayağılaşmaktadır.İşte “dam üstünde un eleyen” gibi.Ayrıca bir TV ‘de alt yazıyla şu ibare geçmekteydi, ” şu Kürtçe türküyü” istemektedir  seyirci.Kürtçe ezgi,Kürtçe şarkı,Kürtçe nağme,Kürtçe terane,Kürtçe uzun hava,Kürtçe müzik olabilir ancak Kürtçe Türkü olamaz.Çünkü Türküler ,Türk olanların duygularının aşikar edildiği müziktir.

Bu RSS beslemesine abone ol